Önsöz

Artık hayatın prezervatıf kullanma vakti geldi de geçiyor..

14 Nisan 2023 Cuma

TIK TIK / KİM O / BEN DEPREM

     Gecenin zifiri karanlığında yok olan bir şehir gördüm. Binalar yıkıldı gözlerimin önünde. Tek duyduğum ise yaşama tutunmaya çalışan insanların çığlıklarıydı. Çöken binalardan yükselen ateşler, gökten boşalırcasına dökülen damlalar, dağlardan gelen o sert rüzgarlar. Birbirlerine o kadar hasret kalmışlar ki hepsi insanoğluyla dalga geçercesine gücünü gösteriyordu.  Doğa ana verdiğini çok acı bir şekilde geri almıştı.

    İnsanoğlu kendini hiç bu kadar acınası ve aciz hissetmemişti. Korku kalbin en derinlerine işlemişti. İnsanlar çaresizlikten bir çare doğabileceğine inanırcasına tutundu hayata tırnaklarıyla. O gece Azrail fazla mesaiye kalmıştı. Bir noktadan sonra yorulmuş olacak ki birçok ruhu bedeninde yavaşça ölüme terk etmişti. Belki bir umut yardım geleceğine inanan insanların sesleri zamanla bağırmaktan kısılmıştı. Kimsenin gelmeyeceğini anladıklarında ise sessizce beklediler Azrail’in tekrardan unuttuklarını almaya gelmesini. Günler geçtikçe ölü kokmaya başladı şehir. Mezara girmek için bulunmayı bekleyen cesetler, yerlerini belli edebilmek adına belki de tek yapabileceklerini yapıyordu. Ölüm kokuyorlardı. Cesedin o kokusunu bir kez aldı mı insanoğlu, istese de bir daha unutamaz. Kıyamet o gece fragmanını yayınlamıştı. O geceyi yaşayanlar bir daha asla o fragmanı unutamayacaklar. İnsan ölümü hiç bu kadar yakından ve hiç bu kadar uzun bir süre hissetmemişti. Bir dakika on altı saniye. Ne kadar çok şey geçebiliyormuş aklından bu kadar kısa bir sürede. Hayatın gözlerin önünden film şeridi gibi geçmesi dedikleri bu olsa gerek. Bir dakika on altı saniyede milyonlarca insanın hayatı temelli değişti. Bir daha eskisi gibi olmamak üzere. Yıllarca verilen emekler, dökülen alın terleri, gözyaşları sonucu edinilen kazanımlar… hepsi bir dakika on altı saniye de yok oldu. Gece sofrada bir tas yemeği paylaştığın insanlar artık yoktu. Şaka gibiydi, inanılmazdı ama gülen yoktu. Güneş yok olmuş bir şehrin üzerine doğarken ilkokul sıralarında uyumaya çalışan çocuklar gibi kafamı masaya koymuştum. Düşünüyordum. İskenderun a gitmeye karar verdiğimde bütün hücrelerimde hayatımın temelli değişeceğini hissediyordum, inanıyordum ama bu kadarını tahmin etmiyordum. 9 ay bana ne çok şey öğretmişti. Sevmeyi, savaşmayı, ticareti, siyaseti … Ama hiçbiri bir dakika on altı saniyede öğrendiklerimi öğretmemişti. Bir karar verdim. Yaşamak için savaşmaktan, yaşatmak için savaşmaya geçtim. Hem de hiç tanımadığım insanlar için. En çok zoruma giden üzülemiyor olmaktı. Yaşadıklarıma, insanların yaşadıklarına, ölenlere, yaşamakla mahkum edilen ölülere üzülemiyordum. Hiçbir şey hissetmiyordum. Bir görev vermiştim kendime, biliyordum ancak sonunda ne kazanacaktım ne de kaybedecek artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Yaralı bir Aslan gibi saldırganlaşmıştım. Belki de o an anlamıştım benim fıtratımda üzüntü diye bir duygu yoktu. Öfkemde gizliydi hüzünlerim,üzüntülerim, pişmanlıklarım. Bu süreçte çok sayıda insanla tanıştım, çalıştım. Makam, mevki artık bir kelimeden öte değildi. Farkettim ki yaşanan bu büyük zelzelede insanlar karakterlerine ve eğitimlerine göre kategorize olmuştular. Şifacılar, gıdacılar, yapıcılar, tazılar, koruyucular ve duruma üzülüp uzaktan bir şey yapmaya çalışan hayırseverler. Geriye kalanlar yardıma muhtaç bir koyun sürüsünden farksız insanlardı. Yardım bekliyorlar, korkmuş sürü gibi hararetle hareket ediyorlardı. Şifacılar depremde bedene tutunmaya çalışan ruhları yaşatmaya çalışıyorlardı. Gıdacılar her bölgeye dağılıp ihtiyaçları gidermeye çalıştılar. Yapıcılar insanlara yeni ve güvenli barınma yerleri yaptılar. Koruyucular düzeni ve adaleti sağlamakla sorumluydular. En sıkıntılı iş tazılarındı. İlk günlerde yaşayanları kurtarmaya çalışsalarda zaman geçtikçe ölümün kokusunu takip edip mezarlarına kavuşmayı bekleyen cesetleri aradılar. Yaşlı bir amcanın ağzından çıkan cümleler hala kulaklarımda çınlar. “99 depremini görmüş birisi olarak sana şunu söyleyeyim genç; insanlar ilk on gün canlarının peşine düşerler, sonra da mallarının… Can kısmı kolaydır, elinden geleni yaparsın sıra mal’a geldi mi sıkıntı başlar. İlk başlarda sana minnetle bakan gözler sonra sana hesap sormaya başlar. İnsanoğludur bu alıştı mı beğenmez olur.” Günler geçtikçe amcanın haklı olduğunu görüyordum. Bir yorgan, başlarını yağmurdan koruyacak bir tente, bir sıcak çorba arayan, uzanan yardım ellerini minnetle tutan insanlar; önce çadırlara geçtiler, konteyner istediler. Konteynerlere geçenler ev istediler. Bir sıcak çorba arayanlar, kepçelerle doldurdukları devasa kaplardan azıcık yiyerek çöplere döktüler. Bir şişe suyu paylaşanlar, kolileri alıp götürüp sattılar. Ölümden zor kaçanlar, ölülerin mallarını çalmak İçin yıkık binalara girdiler. Sonuçta Adem ve Havva değil miydi aç gözlü oldukları için cennetten kovulan. Atalarımızın izinden gidiyorduk, çoğumuz geçmişteki hatalardan bir ders çıkartmadan.

   Yazık oldu nice binlerce temiz kalpli canlara. Yazık oldu yastığa kafasını koyduğunda hayal kurmayı başarabilenlere. Yazık oldu doğrularıyla yaşamayı başarabilenlere. Sadece yazık oldu. 1971 yılında kaleme aldığı satırlar bugün anlam buldu Ali Ercan’ın. 

“Güvenemem servetime, malıma

Umudum yok bugün ile yarına

Toprak beni de basacak bağrına


Adaletin bu mu dünya?

Ne yar verdi ne mal dünya

Kötülerinsin sen dünya

İyileri öldüren dünya.”